tex

Yazılar

Yazılar

Girit

Eski Yunanca: krētē
Günümüz Yunancası: ΚΡΉΤΗ - KRİTİ
Osmanlıca: گريد
Yeni Türkçe: GİRİT

Bodrum'da Düğün

Düğün var diye beni Bodrum’a götürdüler. Uyanıklar bu durumdan yararlanıp tatil yapacaklar. Tatile çok ihtiyaçları var sanki. Kimlerin mi? İpek canım. Esasında ben seve seve gittim. Bir değişiklik olur, hiç olmazsa düğünde şortla Bodrum havaları eşliğinde halay çekeriz diye düşündüm. Millet smokinle gelmişti yahu; üstüne bir de eller havaya yaptılar. Bu evlilik dalgası düğün mü, yoksa düğüm mü ben hala anlayabilmiş değilim. Bodrum’da bir düğün. Beş yüz kişilik. Aileler İstanbullu. Misafirlerin 495 tanesi de İstanbullu. Gelinle damat şanslarına küssünler; kafadan kayıptalar. Herkes düğüne bir hediye bütçesi ayırmış. İnsanlar “Bodrum’a geldin, gittin, kaldın” diye bu masrafları doğal olarak hediye bütçesinden düşmüşler.

Orta Anadolu

Çık gep gılıp bışınizni aylandirivettik, acıgınız kip kammsun. Çok laf edip başınızı ağrıttık, kusura bakmayın (Çağatayca). Şahsi ve gariban düşünceme göre bu sözü Çağatay Hanları her nutuktan sonra söylermiş.

PS: Yanlış anlaşılmasın. Bu bölgede Çağatay kültürüyle ilgili bir şey yok, ama bu deyimden Patagonya’yı anlatırken bahsetmek münasebetsizlik olacağı için şimdilik buraya koymak en münasibi geldi.

Okulda bize T.C de yedi bölge olduğunu ezberletmişlerdi. Bunların arasında İç Anadolu vardı. Orta Anadolu yoktu. Biz de işte o olmayan Orta Anadolu’yu gezdik. Bize öğrettiklerine göre buralarda hava yazları sıcak ve kurak, kışları ise soğuk ve yağışlı geçermiş. Biz bunları yaşamadığımıza göre demek ki buralara baharda gitmişiz. Biz kim mi? Bu sefer valla billa İpek de vardı. FEST Trave’lin bir turuydu. Tur otobüsle Kayseri’de başladı, Samsun’da bitti. T.C.’nin görmediğim tek bölgesiydi ve böylece de anne tarafımın çıkıp geldiği Eğin’i de ilk defa görmüş oldum. Niye çıkıp geldiklerini de çok iyi anlamış oldum. Atatürk’ün anısına Eğin’e artık Kemaliye deniliyor. Hani Padişah dönemlerinden kalan adlar vardır ya; Selimiye, Mahmudiye, Mecidiye, Aziziye, Hamidiye, Reşadiye. Onlar gibi işte.

Uçak

Hiç Uçakla Uçtunuz mu? Bu soruya sadece “evet” veya “hayır” diye cevap verebilirsiniz. “Hayır, ama……” diyemezsiniz. Çünkü uçmak fiili insanlar tarafından sadece uçakla yapılabilir. Uçakla nasıl uçulur? Pilot değilseniz, kaderiniz pilotun elindedir. Onun için ben Ramazan’da Müslüman ülkelerin uçaklarıyla uçmayı sevmem. İftara daha iki saat var, kule uçağa “sağa dön” diyor. Pilotun şekeri sıfıra düşmüş, uyku almış başını gidiyor. Adamın yapabildiği tek şey düşmeden önce uçağın burnunu kıbleye çevirmek.

Venedik Bienali

Gitmediniz mi? Biz de gitmemiştik. Gidelim bakalım, neymiş biz de bir görüp gelelim dedik.

Sanat camiasından oraya gidenler olayın ne güzel, ne estetik, ne çağdaş olduğunu filan hep anlatıyorlardı. Ben de bön bön bakıp, başımı aşağı yukarı sallayarak haklısınız gibilerden bir şeyler yapıyordum. Sizin anlayacağınız sanatsal ortamın arazisine uymak durumunda kalıyordum. Hadi bakalım biz de bir görelim dedik. Kalktık Venedik’e kadar gittik. Uçakla iki saat. Ha Van, ha Venedik. Van’da Bienal vardı da biz mi gitmedik yani. Yerli Bienaller T.C. de yavaş yavaş doğuya doğru gitme çabasında. Son derece sevindirici bir olay.

Polonya

Var mıdır, yok mudur derken; valla varmış Var-şova. Masal bu ya; orada da çok önemli bir besteci yaşarmış. Güzel parçalar bestelermiş. Adamcağızın adı Şopenmiş ama herkes onun ismini Chopin diye yazarmış.

Bir gün FEST Turizmin aklına gelmiş ve “Hadi gidelim de şu adamı bir ziyaret edelim” demiş. Biz de katılmışız onlara. Ama ne yazık ki biraz geç kalmışız. Meğerse Chopincağız birkaç asır önce ölmüş. Eh o kadar yol gittik; bari boşuna gelmiş olmayalım diye biz de adamın bıraktığı izlere takıldık. Gerçi adam Lehistan’da doğmuş, ama yirmi yaşında da Fransız İhtilaline katılmak için Paris’e gitmiş. Ama bakmış ki biraz geç kalmış. Geldik, bari kalalım burada demiş.

Uganda'da Maymun Peşinde

Ertuğrul bir gün beni aradı “Ahmet Abi, ben Uganda’ya yürümeye gidiyorum; bir de maymun peşine gideceğim, gelir misin?” dedi. Uganda mühim değil ama maymunlara ise varım. Gerçi bizim evde bir iki tanesi mevcut; ama bir de Uganda’dakiler nasıl, bir bakayım dedim. Ha orası neresi mi, beni ilgilendirmiyor. Ben gittiğim yerlerin hakkında önceden hiçbir şey okumam ki, ön yargılı gitmeyeyim. Gidince orada zaten olay çarpıveriyor insanı. Bir tek çıkılacak dağlar hakkında okurum ki; çıkabilir miyim veya nereye kadar çıkabilirim. Düşersek ölür müyüz; ölürsek cesedi aşağı taşıyorlar mı, yoksa Everest’teki gibi yol üstünde mi bırakıyorlar vs.

Lang Lang

İpek “Lang Lang’a bilet aldım” dedi. “Langa’da ne işimiz var ya” dedim. İşimiz Langa’da değil Sütlüce’de” dedi. Hayydi mandıraya gidiyoruz anlaşılan.

Ben mandıra çok gördüm de hepsini T.C. de gördüm. Pekiiii, İsviçre’de peynir nasıl yapılıyor, onu gördünüz mü? Bizdeki mandıralara süt güğüm ile gelir. Otuz beş bin değişik cins, boy, din, dil farkı bulunan ineklerden sağılan süttür bu. Hatta bazılarından trene bakarken sağılmıştır. Tren sütünün tadı farklıdır. Trenden yağan is hayvanın burnundan kanına karışır. Bu sütle yapılan peynire füme peynir denir. Sütler mandırada lengerlere konur. Bu lengerlerin altında odun ateşi olmalıdır; çünkü kömürle kaynatılan sütte kurum olur. Bu sütler kaynayıp buharlaştıkça üstüne su ilave edilir ki, sütün miktarı azalmasın!

Beyoğlu

Görme özürlü yaşlı adam yanındaki küçük kızın yardımıyla her gün beraberinde getirdiği sandığın üzerinde yerini yavaşça alıyor ve sazını çalmaya başlıyor. Yanındaki basit hoparlörden sesi bayağı gür geliyor. Ama gelen terennümler Recep Beyin vatandaşı terslemesi gibi bir şey. Sazı bir Japon’a verseniz daha iyi çalar. Allahtan bu sırada öğle ezanı başlıyor. Zaman bol; ikindiye kadar daha çok vakit var. Bu yüzden de müezzinler arası yarışma yok. Olay tam demokratik bir biçimde geçiyor. Hepsi birbirine hürmet edip, ötekinin de bağırmaya hakkı olduğuna gönülden inanarak; ezan okumak için efendice birbirlerini bekliyorlar. Böylece sazcıdan yarım saatliğine kurtuluyoruz. Bir müddet sonra sazcı görev yerini saksafoncuya bırakıyor. Tamamen siyahlar giymiş olan üstat, gözünde 1960 ların Mafyasının Güneş Gözlükleri, başlıyor borazanını çalmaya. Tam tamına on tane parça biliyor; Samanyolu, Love Story, Çamların Altında, Strangers in The Night vs. gibi. Başlıyor bunları kısa kısa çalmaya. “Bir Şarkısın Sen, Ömür Boyu Sürecek” diye başlıyoruz adamla beraber yanık yanık söylemeye. Tam “Dudaklarımda” derken “Strangers in the Night” başlıyor. Esasında biz alıştık da kerata uyanık, aynı sırayla çalmıyor ki. Detone oluyoruz velhasıl. Bu on şarkı on dakikada bitiyor. Üç dakika dinlenme. Başka sırayla başlıyor saksafoncu. Siyah borazan kutusunu da yere açık olarak koymuş, paralar onun içine atılıyor. Kendi de baştan içine bir beşlik yerleştiriyor ki, bazıları olayın beş kâğıda yaşandığını sansınlar. Bu arada biri türbanlı iki tane fıstık gibi travesti kutuya para atıp “Ay canımın içi, ne de güzel saksafon çalıyorsun, darısı başımıza” deyip, bizim kahveci çıraklarının hayran bakışları arasında Tünel’e doğru yollarına devam ediyorlar.

Denizhan'ın Kısmetsizlikleri

Sevgili Denizhan Özer çok yetenekli bir sanatkâr ve küratör. Yalnız sanatçı olduğundan dolayı olacak, zaman zaman talihsizlikler yaşıyor:
Bir seferinde sergi açılışım ramazana denk geldiği için açılışta şerbet dağıttılar,
Bir seferinde havaalanında check - in den sonra yorgunluktan uyuya kalıp uçağı kaçırdım,
Bir seferinde Londra'daki atölyemi su bastı,
Bir seferinde immigration pasaportuma yanlış mühür vurup saatlerce bekletti,
Bir seferinde ishal oldum, serginin açılışını tuvalette geçirdim,

Bordeaux

Ulusalcılar, Liboşlar, Milliyetçiler, Dinciler, Zenciler vs. kavramları yetmiyormuş gibi yeni bir anlayış tarzı daha peydahlandı. Oburlar. Bu tipten yaratıklar olarak bizler de Cumhuriyet Bayramı tatilinden yararlanıp bir Bordeaux gezisi yapmaya kalkıştık ve kazasız belasız geri bile döndük. Bu gezinin vazgeçilmez amacı yemek yiyip, şarap içmekti. Ben bu geziye niye, nasıl, ne zaman, hangi gaye, vs. ile katıldığımı hatırlamıyorum. Tabii esasında bu geziyi ille de resmi bir tatil sırasında yapmamız da gerekmiyordu.

Hiç Yılın Koleksiyoneri Seçildiniz mi?

Benim başıma geldi valla.
Koleksiyoner nedir, önce ona bir bakalım. Keratanın çok tanımı vardır. Asırlardan beri tarihçiler, sanat tarihçileri, antropologlar, arkeologlar, sosyologlar, psikologlar, mikrobiyologlar her türlü loglar, Adli Tıp vs. bu konuda araştırma yapıp dururlar.

Resim Sergisi

Ben resim sergisi açtım. Açılış günü mutat zevat ile galeri sahibimiz ressam sevgili Resul Aytemur, Küratörümüz sevgili Denizhan Özer ve sanatçımız sevgili bendeniz serginin resm-i küşadını eylemek ve kurdele kesmek üzere yan yana dizildik. Bu arada dışarıda üstünde adımın kocaman olarak bulunduğu beze hayran hayran bakan insanlar toplaştı etrafa. Fotoğrafçılar, kameramanlar ve spikerler de yerlerini aldılar. Vaziyet canlı yayın anlayacağınız.

Kaçkarlar

Haçan nasilsunuz arkataşlar? Eyi misunuz? Cötü misunuz? Ha bana Banui kardeş telufon ettu dedi ku “Kaçkar’lara celir misun?” Kediye ciğer sorilur mu, “hemen celiyorum, ne zaman cideysunuz?” dedum. Ve bendenuz bir sabahın köründe Trabizon’a iniverdum. Cerisinu Türkçe yazacayum, yoksa siz anlamayacaksunuz.

GAP

Açılımı dönemleri. Diyarbakır olaylarından öncesi

Açılım: T.C. vatandaşlarından azınlık olanlara kucak açmak, onları dışlamamak

GAP’ı gaptırmadık; açılımı yaptık, mideyi bozduk, üşüdük, kelaynakları gördük ve döndük. Daha ne yapabilirdik ki? Açılım tamamlanmış bile. Her yerde bütün dükkanlar açık, dükkanların hoparlörleri sonuna kadar açık, otomobillerin kornaları maşallah dibine kadar açık, tezgahçıların sesleri muazzam açık, Ramazan’da lokantalar, daha doğrusu kebapçılar açık. Hava çok nefis açık. Alkol bile açık.